Duyduğu her zihinsel akımı, tabağını sıyırırcasına tüketmede ustalaşmış insanlarımız var. Ustalaşmış diyorum zira bu kadar hızlı ve peş peşe akım tüketebilmek de bir noktadan sonra bu alanda beceri geliştirmeyi de beraberinde getiriyor.
Uçsuz bucaksız ve de işlevsel öğrenme merakından bahsetmiyorum. Anlaşılır ama hüzünlü bir şeyden bahsediyorum. Çıkış noktası acı ve acıyı dindirmek olan bir ekol tüketiminden, iyi niyetli ama bereketsiz bir gelişim çabasından bahsediyorum.
Öz değerlerini belirlemek, o değerlerle hizalanarak yaşamak, kendi tasarımının olabilecek en yüksek ihtimaline ulaşmak isteyen ve pek tabi ki kendi öznel yaşam piramidinde, bütün bunların peşine düşme lüksüne sahip olacak ölçüde temel barınma beslenme güvenlik ihtiyaçlarını karşılayabilen insanlar, bu sefer de zihinsel obeziteyle karşı karşıya.
Yoksa ekol tüketim bozukluğu mu demeliyim? O aşamaya geldik mi emin değilim. Lütfen gelmeyelim.
Evrensel yasalardan biri olan polarite yasasına göre, yaşamda her şey zıttıyla birlikte var olabiliyor.
Yazgısı ikili hal ve varoluş üzerine kurulu; aşk – nefret, siyah – beyaz, kadın – erkek, iyi – kötü ve trilyonlarca başka biyolojik, kimyasal, fiziksel, zihinsel ikilik hallerinden oluşan bir evrende, biz mutluluğun iz düşümü, can kardeşi, onsuz var olamayacağı, acıdan kaçıyoruz. Bu evrensel yasalara aykırı, hiç olmayacak iş için de bir ömür harcıyoruz. Kulağa nasıl geliyor? Emekli pilotun kulağına komik geliyor.
İçinde bulunduğumuz çağda, kimse üzerinde kafa patlattığı tek bir çalışmaya adanmıyor. Oysa adanmadan derinleşmek mümkün değil. Çünkü insanoğlu, üzerinde çalıştığı ekolde derinleşmenin, acı ile yüzleşmeyle birlikte gelen bir paket olduğunu içgüdüsel olarak biliyor. Mesele tam da burada başlıyor. Mesele yere paralel uçuşta değil mesele derinleşmekte. Mesele arzın merkezine seyahat. İnsanlığın dibine inmekte, kaçsan da reddetsen de acıdan katrana bulanmış kendi karanlığının gözünün içine bakabilmekte. Kendi varoluş tasarımını, insanın tasarımını, orasına burasına anlam yüklemeden – tasarım amacını tam da bilemeyeceğini kabul ettiğin bir yerden – bütünüyle görebilmekte.
Bir insan tek bir öğretiye hayatını vakfederek de hayatın sırrına erebilir. Hatta sadece böyle erebilir. Çünkü tek bir öğretiye kendini vakfetmek ister istemez kendi içine bakmayı, susup orada durmayı da beraberinde getiriyor. İçeride olmayan hiçbir şey dışarıda yok. İşte acı tam da burada nötrleniyor. Ondan kaçarak değil. İçinde sakince durarak. İçinden yargısız bir gözlemle geçerek. Birine iyi birine kötü anlam yüklediğimiz mutluluk ve acıyı; kelimesiz – yorumsuz – sessiz bir alandan, tek potada eritip nötrleyerek.
“Kendine iman etmeden, tanrıya iman edemezsin.” Uçan Tabut – Roman
Bu emekli pilot acıdan çok kaçtı. Hatta hepinizden hızlı ve en uzağa ben kaçtım. Rahatlıkla iddia edebilirim. Kaçtığım ölçüde kaçınılmaz biçimde acı ürettiğimi, daha fazla evren kanunlarına karşı gelemeyeceğimi anladığım noktada durdum. Sadece durdum. İki buçuk yıldır duruyorum. Arada defalarca acı beni kesti. Lime lime doğradı. Eskiden sandığım şey olmadı. Ölmedim. Bu süre içinde defalarca mutlu da oldum. Karşılıklı iki penceresi açık bir evmişim gibi, esti geçti mutluluk ve acı içimden. Ne acı ne mutluluk bir tanesi bile eve kurulup yerleşmedi. Bacak bacak üstüne atıp, oturup da evi sahiplenmedi. Çünkü bu böyle. Bu sadece böyle. Evrenin kimseye bir açıklama borcu yok.
İşte tam da bu yüzden;
İçindeki deli acı çekerken onu hırpalama. Sessizce yanında dur. Onun senden başka kimse(Sİ) yok.